Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Alberto Manguel 9. Türkiye Yayıncılık Kurultayı Açılış Konuşması

9.Türkiye Yayıncılık Kurultayı, 2020
Yazar Alberto Manguel 2.Gün Açılış Konuşması

Merhaba, ben Alberto Manguel.

Türkiye Yayıncılar Birliği’ne hitap etmekten onur duyuyorum. Sadece edebiyatı değil, Türkiye’deki ve Türkiye dışındaki arkadaşlarım aracılığıyla Türkiye’yle uzun bir ilişkim oldu. Ayrıca Türkiye’yle akrabalık bağım da var. Türkiye’den bir yeğenim var. Beni Türkiye’ye bağlayan birçok sebep var. Bir okur olarak Türkiye’yi edebiyatı sayesinde keşfettiğimi söylemem gerekir. Uzun zaman önce, Arjantin’deki ilk gençliğimde, Türk yazarları okumuştuk. Az sonra bundan biraz daha detaylı bahsedeceğim.

Ama öncelikle başka bir şeyden bahsedeceğim. Siz yayıncılar biliyorsunuz ki okurların büyük bir avantajı var. Dünyadaki herkes bu koronavirüs felaketinin acısını çekiyor. Ama bu yaşanan ilk felaket değil. Savaşın felaketi, farklı salgınların felaketi, ekonomik ve siyasi felaketler ezelden beri bizimle olmuştur.

Bizler felaketlerle baş etmek için bir araç oluşturmuşuz: Hayalgücü. Sözlü toplumlar ve okurlar olarak, elle tutulur tecrübeleri yaşamadan tecrübe sahibi olmanın imkanlarını geliştirmişiz. Bu kelimeler aracılığıyla yaşanan bir tecrübe. Hayalgücü bize Hamlet, Kırmızı Başlıklı Kız, Sinbad, Tanpınar’ın kahramanlarından biri olma imkanı tanıyor. Tüm bunlar koltuğumuzdan kıpırdamadan oluyor. Bu okurların pasif olduğu anlamına gelmiyor. Okurlar kitaplar aracılığıyla öğrenirler. Kitaplar okurları dünyayla yüzleşmeye, dünyaya açılmaya ve orada bir şeyler yapmaya zorlarlar. Buna örnek, Don Kişot’tur. Kütüphanesinde dünyadaki adaletsizlikle nasıl savaşacağının etiğini keşfeder ve çıkıp bunu yapar.

Bu dönemde kapatılmış olma zorunluluğumuzun sadece bir dönem için olduğunu fark etmek çok önemlidir. Edebiyatın bize verdiği ilk kapanma mecburiyeti, Nuh’un Gemisi’ndeki olabilir. Sonsuza dek sürmüyor ve bir noktada güvercin zeytin dalıyla birlikte durumun daha iyiye gideceğine dair umudu da getiriyor. Tabii felaketler olmaya devam ediyor. İnşallah, onlarla daha önce sahip olduğumuz tecrübelerle başa çıkabileceğiz. Bu tüm edebiyat için geçerli. Bulabileceğimiz tüm “kapatılmış” karakterlerde, örneğin hapisteki Monte Kristo Kontu, kristal tabutundaki Uyuyan Güzel veya yazarların kahramanlarını yerleştirdiği tüm kapatılmış olma durumlarının bize öğrettiği şey, bunun bir noktada sonlanacağı. Bir noktada güvercin zeytin dalıyla gelecek, prens gelip Uyuyan Güzel’i uyandıracak. Bir noktada Robinson Crusoe mahpusluğundan kurtarılacak. Belki de bu kapanmalardan öğrendiklerimizle dünyaya daha donanımlı bakabileceğiz. Bu kapanma bize eğer kitaplarla çevriliysek yalnız olmadığımızı öğretiyor. Kitaplar insanların yerini tutmaz. Fakat, her zaman bizimle olmuş derin soruları kurcalayan, bizi bilmeyen sesler ve hiç görmediğimiz yüzler aracılığıyla yüzyıllar, okyanuslar arası bir diyalog imkanı tanırlar.

Bahsettiğim gibi Arjantin’deki ilk gençliğim esnasında, ilk gençliklerini yaşayanlarda olduğu gibi yeni bir okur olmanın tutkusuyla sevdiğimiz birçok yazar vardı. En sevdiğimiz şairlerden biri Nazım Hikmet’ti. Nazım Hikmet’i bize tanıtan, Türk şaire dair büyük bir heyecan besleyen Neruda’ydı. Şiirlerinden birini ezberlemiştik. Tabii hafızam eskisi kadar iyi değil. Bu sebeple size İngilizce tercümesini okuyacağım.

Nazım Hikmet, hapse girmek zorunda kalan birisi için yazmış. Kapatılmak zorunda olan biri… Şiirini bu sözlerle bitiriyor:

İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena,

Dağları, deryaları düşünmek iyi.

Durup dinlenmeden yazmayı,

Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana,

Bir de ayna dökmeyi.

Yani içerde on yıl, on beş yıl,

Daha da fazla hatta

Geçirilmez değil,

Geçirilir,

Kararmasın yeter ki

Sol memenin altındaki cevahir!

Yayıncılar, yazarlar ve okurlar sayesinde göğsümün sol tarafında yer alan, ışığını kaybetmeyecek.