“Türkiye’de hala yalnızca iyi yayıncılar oldukları için tutuklu bulunan Türk yayıncılar var.”
24.07.2013
2. Gazetecilere Özgürlük Kongresi (24 Temmuz 2013)
Uluslararası Yayıncılar Birliği Politika Direktörü Jose Borghino’nun konuşması
Adım Jose Borghino ve Uluslararası Yayıncılar Birliğinde (International Publishers Association – IPA) yeni Politika Direktörü’yüm.
IPA 1896’da, temel olarak telif hakları konulu Bern Anlaşması’na uygunluğun sağlanması ve saygı amacıyla kuruldu. Şu anda İsviçre, Cenevre’de bulunan Uluslararası Yayıncılar Birliği 50 ülkeden Türkiye Yayıncılar Birliği de aralarında bulunan 60’dan fazla birliği kitap ve dergi yayıncılığının tüm unsurları bakımından temsil ediyor.
IPA’in misyonu yayıncılığı teşvik edip korumak ve yayıncılığın ekonomik, kültürel ve politik gelişmenin bir güç olduğu yönündeki farkındalığı yükseltmek. Bu misyonun bir parçası olarak IPA dünyada telif hakları ve okur yazarlığı teşvik ediyor.
Ancak IPA aynı zamanda insan hakları amacına sahip bir endüstri birliği. Biz sansürle küresel boyutta mücadele ediyoruz ve yayınlama özgürlüğü ve ifade özgürlüğü gündemlerini istikrarlı biçimde destekliyoruz. Aslında şu sıralar yine Yayınlama Özgürlüğü Ödülümüz için yayıncıların adaylıklarını beklemekteyiz.
Ben IPA takımına bu yılın mart ayında katıldım ve kısa süre önce ailemle birlikte İsviçre sınırı yakınında, Voltaire adlı sokaktaki bir eve taşındım. Voltaire, elbette, ironisi ve düşüncesinin coşkun bağımsızlığıyla ünlü bir 18. Yüzyıl Fransız filozofu ve yazarı.
Kendisinin güçlü sözlerinden biri – dünyadaki her ifade özgürlüğü hareketinin mottosu olarak kolayca kullanılabilecek olanlardan biri – şöyle:
Söylediklerinize katılmıyorum ancak bunu söyleme hakkınızı ölümüm pahasına savunacağım.
Fransa’nın benim yaşadığım bölgesinde çok sayıda Voltaire sokağı ve caddesi var. Hatta bu büyük adamın şatosunun bulunduğu Ferney-Voltaire adında bir şehir bile var. Orası dünyanın güzel bir parçası ama Voltaire’in oraya taşınma sebebi bu değil. Oraya taşındı çünkü Fransız hükümetine güvenmedi ve İsviçre sınırına olabildiğince yakın oturmak istedi ki onu tutuklamaya çalışırlarsa o tarafa kaçabilsin.
Voltaire, bugün Türkiye’de bulunan pek çok yazar ve yayıncı gibi, sürekli tehdit altında bir hayat sürdü. Ancak bu durum onu fikirlerini yazmaktan ve yayınlamaktan alıkoymadı. Esasında, bir anlamda bu durum onu daha ensesi kalın yaptı – ona daha geniş bir perspektif ve daha yüksek bir amaç verdi.
Bir diğer sözü ise şöyledir:
Ayağa kalk, düşüncelerini konuş, açıkla
Sahip olduğun, herkesin paylaşabileceği hakikati;
Cesur ol, bunu her yerde ilan et:
Yalnızca cesaret edenler yaşarlar.
Bu bana Meksikalı devrimci Emiliano Zapata’yı hatırlatır ki o da bir zamanlar şöyle demiştir:
Dizlerin üzerinde yaşamaktansa ayakların üzerinde ölmek yeğdir.
Şüphe yok ki bugünkü diğer pek çok konuşmacı da İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19. maddesini alıntılayacaktır:
Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız
edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde
etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar.
Ve bazıları hiç şüphesiz hatırlayacaklardır ki bu sözleşmenin 10 Aralık 1948’deki onurlu imzacıları arasında, o tarihte yalnızca çeyrek yüzyıllık bir geçmişi olan Türkiye Cumhuriyeti de vardı. Yine hiç şüpheleri olmayacaktır ki Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 19. maddesi şöyle der:
Herkesin, bir müdahale ile karşılaşmaksızın fikirlere sahip olma hakkı vardır.
Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir; bu hak bir kimsenin ülke hudutlarıyla sınırlanmaksızın
sözlü¸ yazılı veya basılı veya sanatsal ürün şeklinde veya kendi tercih ettiği başka bir iletişim
vasıtasıyla her türlü bilgi ve düşünceyi arama, edinme ve ulaştırma özgürlüğünü de içerir.
Ve şüphesiz hatırlanacaktır ki Türkiye bu sözleşmeyi 23 Eylül 2003’te onaylamıştır.
Ancak bugün hala Türk hapishanelerinde 64 Türk gazeteci var ve çoğu mesleklerini yaptıkları için oradalar.
Ancak hala, yalnızca iyi yayıncılar oldukları için tutuklu olan Türk yayıncılar var.
Ancak hala, her gün devlete yaşamları üzerinde uçsuz bucaksız ve hatta Kafkaesk bir güç veren yasalarca tehdit edilen Türk yazarlar, gazeteciler ve çevirmenler ve öğretmenler ve düşünürler ve sıradan vatandaşlar var.
Anlıyorum ki Türkiye’de dünyanın takdir ettiği yazarlarca yazılmış bazı kitaplar “edebi” olup olmadıklarının belirlenmesi için akademik uzmanlar denilen kişilere gönderiliyor.
Anlıyorum ki Nobel ödüllü John Steinbeck’e bir şekilde gölge düşürülmüş, şair Guillaume Appolinaire’e aynı şekilde. Ve çok sevilen çocuk kitabı Küçük Prens de yakın takibe alınmış.
Devlet müdahalesi ve Devlet kontrolünün bu örnekleri eğer ölümcül derecede ciddi olmasalardı, onları eğlendirici bulabilirdik.
Ben Voltaire Sokağı’ndaki barışçıl yerleşimimde güvende hissedebilirim ama vahşi diktatör Francisco Franco’nun iktidarda olduğu İspanya’da doğduğumu ve yalnızca şans eseri, babamın Fransız vatandaşlığının bana Franco’nun gölgesinden çıkış bileti verdiğini her zaman hatırlayacağım.
Franco’nun rejimi altında, İspanyol halkının kitapların sansürden geçmemiş edisyonlarını okumalarına izin verilmediğini hatırlıyorum, örneğin Ian Fleming’in Dr No’sunu veya Murial Spark’ın Bayan Jean Brodie’nin Baharı’nı veya Ira Levin’in Rosemary’nin Bebeği’ni. İspanyolların çoğunun kendi hükümetleri tarafından böyle muamele edilmekten dolayı nasıl çocuk yerine konmuş ve aşağılanmış hissettiklerini hatırlıyorum.
Yazarlar bir halkın ahlaki vicdanıdır. Onlar bizim kendimize ne olduğumuzu, buraya nasıl geldiğimizi ve gelecekte ne olabileceğimizi söyleyeceğimiz yollardır.
Yazarlar bizi kaydeder, bize ilham ve ihtar verirler. Onlarsız hayatlarımız daha boş, daha az anlamlı olur. Büyük Amerikalı edebiyatçı, gazeteci Joan Didion’un bir defasında dediği gibi:
Yaşamak için kendimize hikâyeler anlatıyoruz.
Diğer bir büyük Amerikalı edebiyatçı, gazeteci Tom Wolfe’un, beyinlerimizin anlatılar istemeye ve özellikle de gerçek olan anlatılar istemeye bağlanmış olduğu fikrine katılıyorum.
Yazarlar ister romancı ister kurgudışı yazarı veya gazeteci olsunlar, iktidara hakikati söyledikleri zaman çağlar boyunca güncel kalır ve dayanırlar.
İşte o zaman hikâyeleri yankılanır.
İşte o zaman onların hikâyelerini ortak bilgelik olarak paylaşmaya başlarız.
Artan ölçüde küreselleşen, dijitalleşen ve araçsallaşan dünyada, yazarlar anarşi, ahenksizlik ve boş laf arasında iki yönlü, anlaşılır bir sohbet yaratan insanlardır. Onlar çöpün ve gaz bombasının içinde hakikati bulmaya ve onu açıkça, kuvvetle, korkusuzca ve iltimas geçmeksizin anlatmaya cesareti olanlardır.
Bugünün yazarları çocuklarımızın ve torunlarımızın rüyalarına ilham verecek fikirlerin yaratıcılarıdırlar. Ve yayıncılar bu uçucu, yitip gidebilecek fikirleri dokunulur ve gerçek hale getiren insanlardırlar.
İşte bu yüzden IPA Türk otoritelerine şu taleplerde bulunmuştur:
Şiddet içermeyen fikirlerini açıklayan yazarları, yayıncıları ve diğer insanları yargılamaktan vazgeçin.
Yazarlar ve yayıncılar üzerindeki ifade özgürlüğü davalarını da kapsayan üç yıllık koşullu
“af”fınızı kaldırın ve onları acilen beraat ettirin.
Türkiye Anayasası’nın 26. maddesini uluslararası insan hakları standartlarına uyumlu hale gelecek
şekilde değiştirin.
Terörle Mücadele Yasası’nın 1. maddesindeki terör tanımını BM Özel Raportörünce önerilen
tanımla paralel hale gelecek şekilde değiştir. Bu yasanın 6/2. maddesini iptal edin, 7/2. maddesini
ise yalnızca şiddete yönelmenin savunuculuğunu yasaklayacak şekilde değiştirin.
Adli hakaret suçunu, 125. ve 299. maddeleri Türk Ceza Yasası’ndan çıkararak ve 5816 Sayılı
Kanun’u iptal ederek ortadan kaldırın.
301. maddeyi ilga edin.
226. maddedeki müstehcenlik terimini yeniden tanımlayın.
Bunlar yapıldığında; Türkiye’nin yazarları, gazetecileri ve yayıncıları sonunda barışçıl, meşru işlerine gözaltına alınmak ve tutuklanmak korkusu olmadan devam edebilirler; kitaplar artık işlenmiş bir suçun delili olarak sayılmamaya başlandığında, ancak ve ancak o zaman Türk halkı, hükümetinin ona ve kendisine yeterince güvendiğini bilir ve Voltaire gibi cesur düşünürlerinden yolundan gururla yürüyerek onun şu sözlerine eşlik edebilir:
Söylediklerinize katılmıyorum ancak bunu söyleme hakkınızı ölümüm pahasına savunacağım.
***
My name is José Borghino and I am the new Policy Director of the International Publishers Association.
The IPA was founded in 1896, mainly to promote compliance with and respect for Berne Convention on copyright. Now based in Geneva, Switzerland, the IPA represents over 60 associations from more than 50 countries, including the Turkish Publishers Association, on all aspects of book and journal publishing
The IPA’s mission is to promote and protect publishing and to raise awareness of publishing as a force for economic, cultural and political development. As part of this mission, the IPA promotes copyright and literacy around the world.
But the IPA is also an industry association with a human rights mandate. We actively fight against censorship globally and we consistently support agendas to do with freedom to publish and freedom of expression. In fact, we are currently seeking nominations of publishers for our Freedom to Publish Award.
I joined the IPA team in March of this year and I recently moved with my family into a house near the Swiss border, on a street called rue Voltaire. Voltaire, of course, was an 18th century French philosopher and writer, famous for his irony and fierce independence of thought.
One of his more powerful quotes — one that could easily serve as the motto for every freedom of expression movement in the world — is:
I do not agree with what you have to say, but I’ll defend to the death your right to say it.
There are many rue and avenue Voltaires in the part of France where I live. There’s even a town called Ferney-Voltaire, which contains the great man’s chateau. It’s a beautiful part of the world, but that’s not why Voltaire moved there. He moved there because he did not trust the French Government and he decided to live as close as possible to the Swiss border so he could sneak across if they tried to arrest him.
Voltaire, like many writers and publishers in Turkey today, lived a life under constant threat. But that didn’t stop him from writing and publishing his ideas. In fact, in a certain sense it made him bolder — it gave him a broader perspective and a higher purpose.
Another one of his quotes is:
Stand upright, speak your thoughts, declare
The truth you have, that all may share;
Be bold, proclaim it everywhere:
They only live who dare.
Which reminds me of the Mexican revolutionary, Emiliano Zapata, who once proclaimed:
It’s better to die on your feet than live on your knees.
No doubt many other speakers today, on this podium, will quote from Article 19 of the Universal Declaration of Human Rights:
Everyone has the right to freedom of opinion and expression; this right includes freedom to hold
opinions without interference [—] and to seek, receive and impart information and ideas through
any media and regardless of frontiers.
And some will no doubt remember that one of the 48 proud signatories to that resounding Declaration on 10 December 1948 was the Republic of Turkey, which had been in existence barely a quarter of a century at the time.
They will also no doubt note that Article 19 of the International Covenant on Civil and Political Rights, says the following:
Everyone shall have the right to hold opinions without interference.
Everyone shall have the right to freedom of expression; this right shall include freedom to seek,
receive and impart information and ideas of all kinds, regardless of frontiers, either orally, in
writing or in print, in the form of art, or through any other media of his choice.
And it will no doubt be remembered that Turkey ratified this treaty on 23 September 2003.
And yet, as of today, there are 64 Turkish journalists in Turkish jails, most of them for just doing their jobs.
And yet, there are Turkish publishers in detention, just for being good publishers.
And yet, there are Turkish writers, and journalists, and translators, and teachers, and thinkers, and ordinary citizens who are threatened every day by laws that give the State unfathomable and often Kafkaesque power over their lives.
I understand that in Turkey there are some books by authors who are celebrated around the world, that have been sent to so-called academic experts to determine whether they are ‘literary’ or not.
I understand that the Nobel Laureate John Steinbeck is somehow compromised. As is the poet Guillaume Apollinaire. And that the beloved children’s book The Little Prince has come under close scrutiny.
These examples of State interference and State control would be hilarious except that they are deadly serious.
I may feel safe in my peaceful enclave in rue Voltaire, but I will always remember that I was born in Spain when the vicious dictator Francisco Franco was still in power, and that it was only an accident of birth, my father’s French citizenship, that gave me a ticket out from under Franco’s shadow.
I remember that under Franco’s regime, Spanish people weren’t allowed to read unexpurgated editions of books like Ian Fleming’s Dr No, or Muriel Spark’s The Prime of Miss Jean Brodie, or Ira Levin’s Rosemary’s Baby. I remember how infantilized and ashamed most Spaniards felt at being treated like this by their own government.
Writers are a society’s moral conscience. They are the way we tell ourselves who we are, how we got here and what we might be in the future.
Writers chronicle, inspire and admonish us. Wthout them, our lives are emptier, less meaningful. As the great American literary journalist Joan Didion once said: ‘We tell ourselves stories in order to live.’
I agree with that other great American literary journalist Tom Wolfe that our brains are wired to want narratives and especially when those narratives are true.
Writers, whether they are novelists or non-fiction writers or journalists remain relevant and survive down the ages when they speak truth to power.
That is when their stories resonate.
That is when we start to share their stories as common wisdom.
In an increasingly globalised, digitised and mediated world, writers are the people who create an intelligible two-way conversation out of the anarchy, the dissonance and the babble. They are the ones with the courage to find the truth amid the rubble and the tear gas and to tell it clearly, strongly, without fear or favour.
Today’s writers are the creators of the ideas that will inspire the dreams of our children and grandchildren. And publishers are the people who make those ethereal, evanescent ideas tangible and real.
That is why the IPA has called on the Turkish authorities to do the following:
Refrain from prosecuting writers, publishers and others who have expressed non-violent opinions;
Lift the conditional three-year ‘pardon’ on those writers and publishers involved in freedom of
expression cases, and acquit them immediately;
Amend Article 26 of the Turkish Constitution to ensure its consistency with international human
rights standards;
Amend the definition of terrorism in Article 1 of the Anti-Terrorism Law to bring it in line with the
definition proposed by the UN Special Rapporteur; repeal Article 6/2 of the Anti-Terrorism Law;
and amend Article 7/2 of the Anti-Terrorism Law to ensure that it only prohibits advocacy of the
incitement to violence;
Remove criminal defamation from the Turkish Penal Code by abolishing Articles 125 and 299, and
by repealing Law 5816;
Annul Article 301;
Redefine obscenity under Article 226.
When these things are done; when Turkish writers, journalists and publishers can finally go about their peaceful, legitimate business without fearing being arrested and incarcerated; when books are no longer seized as evidence of a crime having been committed, then and only then will the Turkish people know that their government trusts them and trusts itself enough to walk proudly down the path behind courageous thinkers like Voltaire and say with him:
I do not agree with what you have to say, but I’ll defend to the death your right to say it.